Serdar Şimşek'in Kaleminden, Yakışıklı Erkek / Güzel Kadın Dizi Sektöründe Aranan Tek Kriter Olabilir mi?
Yazının Giriş Tarihi: 06.10.2025 10:29
Yazının Güncellenme Tarihi: 06.10.2025 10:30
Yakışıklı Erkek / Güzel Kadın Dizi Sektöründe Aranan Tek Kriter Olabilir mi?
Uzun yıllar sahne sanatlarıyla ilgilenmiş ve yıllarca radyo programları yapmış biri olarak söylemeliyim ki, “Sanat toplum için mi, insan için mi?” tartışması yıllar önce rafa kalktı. Ancak kriterler sadece değişmekle kalmadı; kelimenin tam anlamıyla rezilleşti.
Türkiye’de televizyon ve dizi sektörüne baktığınızda, karşınıza çıkan manzara hep aynı: Adeta bir moda çekimi setindeymişiz gibi… Pürüzsüz tenler, kaslı vücutlar, her biri ayrı ayrı “manken” olabilecek yüzler… Kamera karşısındaki isimler sanki oyunculuk değil, güzellik yarışmasına katılmış gibi. Peki ya hikâyeler? Onlar hep ikinci planda. Çünkü yapımcılar için asıl mesele, seyircinin gözüne hitap etmek; ruhuna değil.
Ne yazık ki bu anlayış, oyunculuk sanatını derinlikten koparıp bir vitrin güzelliğine indirgedi. Türkiye’de sektör öyle bir hâle geldi ki; iyi bir oyuncu olmanın ilk şartı yetenek değil, genetik piyango oldu. Güzellik ve yakışıklılık varsa, gerisi bir şekilde halledilir sanılıyor. “Oyunculuk eğitimi mi? Rol derinliği mi? Karakter analizi mi?” Bunlar lüks detaylar! Yeter ki ışık yüzünde parlasın, reyting rakamları yükselsin.
Oysa gerçek oyunculuk, estetik oranlarla değil, duyguların derinliğiyle ölçülür. Dünyanın en büyük aktörlerine bakın:
• Al Pacino… Kusursuz bir yüzü yoktu. Ama “Baba” filmindeki Michael Corleone yorumu sinema tarihini değiştirdi.
• John Malkovich… Güzellik normlarının dışında bir adam. Ama sahneye çıktığında gözünüzü ondan alamazsınız.
• Danny Trejo… Yüzü sert, hayat hikâyesi daha sert. Hollywood onu kusurlarından ötürü değil, otantikliği için bağrına bastı.
• Adrien Brody… İnce yapısı, kırık burnu ile alışılmış “başrol” fiziğinden uzak. Yine de “Piyanist”teki performansıyla Oscar aldı.
• Forest Whitaker… Fiziksel olarak Hollywood’un estetik kalıplarının dışında. Ama içindeki ateşi, “The Last King of Scotland” ile tüm dünyaya hissettirdi.
Şimdi düşünelim: Bu isimler Türkiye’de doğsaydı, bugün bu kadar büyük oyuncular olabilirler miydi? Açık konuşalım, bizim sektör onları kapıdan içeri almazdı. Çünkü bizde kapılar, en iyi rolü oynayana değil, en iyi görünenlere açılır.
Türk dizilerinde “karakter” kavramı neredeyse yok. Herkes aynı: 1.90 boyunda, üç günlük sakallı, abartılı bakışlar atan yakışıklı erkekler… Yanında her daim 90-60-90 ölçülerinde, kamera açısını ezberlemiş “güzel” kadınlar… Hikâyeler kopyala-yapıştır: Aşk, ihanet, entrika… Derinlik arıyorsanız, boşuna bakmayın. Çünkü burada mesele hikâye değil, hikâyeyi taşıyan yüzün ne kadar parladığı.
Bu yaklaşımın bir nedeni var: Reyting ve reklam pastası. Yapımcılar biliyor ki, güzel insanlar ekran başında daha çok tutuluyor. Ancak bunun kısa vadeli bir taktik olduğu ortada. Çünkü izleyici, bir noktadan sonra sahicilik arıyor. Güzelliğe bakmak cazip, ama ruhu olan bir karakteri izlemek unutulmaz kılıyor.
Sanatın özü kusursuzluk değil, kusurlardaki samimiyet. Oysa biz, sinemayı ve dizileri Instagram filtresiyle görmeye alıştık. Gerçek yüzleri, gerçek hayatları, gerçek acıları unuttuk. Yetenek, bir cast ajansının fotoğraf çekiminde ölçülemez. Ama bizde tam da bu yapılıyor.
Belki de bu yüzden Türkiye’den çıkan bir dizinin, dünya çapında bir kült yapması zor. Çünkü biz hâlâ vitrine oynuyoruz. Yüzü güzel ama ruhu boş hikâyelerle avunuyoruz. Oyuncularımızın büyük kısmı hâlâ “Yakışıklı ol, gerisini dizi setinde öğrenirsin” mantığıyla seçiliyor.
Ve ironik olan şu: Biz, bu tavırla yalnızca kötü diziler üretmiyoruz; aynı zamanda gerçek oyunculuk yeteneğini barındıran binlerce genci de kaybediyoruz. Onlar sektöre giremiyor, çünkü Photoshop’la düzeltilmeyen yüzler bu yarışta şansı olmayan yüzler.
Sormamız gereken soru şu: Sanatı vitrinde mi arayacağız, yoksa sahiciliğin peşinden mi gideceğiz? Eğer cevabımız vitrinde kalmaksa, o zaman oyunculuk değil, mankenlik yapıyoruz. Fakat unutmayalım: En güzel vitrin bile bir gün tozlanır; ama sahici bir oyunculuk, hafızalarda hep taptaze kalır.
“Güzellik seyreden gözün hoşluğudur; yetenek ise aklın sonsuzlukla buluşmasıdır.” – Eflatun
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
SERDAR ŞİMŞEK
Serdar Şimşek'in Kaleminden, Yakışıklı Erkek / Güzel Kadın Dizi Sektöründe Aranan Tek Kriter Olabilir mi?
Yakışıklı Erkek / Güzel Kadın Dizi Sektöründe Aranan Tek Kriter Olabilir mi?
Uzun yıllar sahne sanatlarıyla ilgilenmiş ve yıllarca radyo programları yapmış biri olarak söylemeliyim ki, “Sanat toplum için mi, insan için mi?” tartışması yıllar önce rafa kalktı. Ancak kriterler sadece değişmekle kalmadı; kelimenin tam anlamıyla rezilleşti.
Türkiye’de televizyon ve dizi sektörüne baktığınızda, karşınıza çıkan manzara hep aynı: Adeta bir moda çekimi setindeymişiz gibi… Pürüzsüz tenler, kaslı vücutlar, her biri ayrı ayrı “manken” olabilecek yüzler… Kamera karşısındaki isimler sanki oyunculuk değil, güzellik yarışmasına katılmış gibi. Peki ya hikâyeler? Onlar hep ikinci planda. Çünkü yapımcılar için asıl mesele, seyircinin gözüne hitap etmek; ruhuna değil.
Ne yazık ki bu anlayış, oyunculuk sanatını derinlikten koparıp bir vitrin güzelliğine indirgedi. Türkiye’de sektör öyle bir hâle geldi ki; iyi bir oyuncu olmanın ilk şartı yetenek değil, genetik piyango oldu. Güzellik ve yakışıklılık varsa, gerisi bir şekilde halledilir sanılıyor. “Oyunculuk eğitimi mi? Rol derinliği mi? Karakter analizi mi?” Bunlar lüks detaylar! Yeter ki ışık yüzünde parlasın, reyting rakamları yükselsin.
Oysa gerçek oyunculuk, estetik oranlarla değil, duyguların derinliğiyle ölçülür. Dünyanın en büyük aktörlerine bakın:
• Al Pacino… Kusursuz bir yüzü yoktu. Ama “Baba” filmindeki Michael Corleone yorumu sinema tarihini değiştirdi.
• John Malkovich… Güzellik normlarının dışında bir adam. Ama sahneye çıktığında gözünüzü ondan alamazsınız.
• Danny Trejo… Yüzü sert, hayat hikâyesi daha sert. Hollywood onu kusurlarından ötürü değil, otantikliği için bağrına bastı.
• Adrien Brody… İnce yapısı, kırık burnu ile alışılmış “başrol” fiziğinden uzak. Yine de “Piyanist”teki performansıyla Oscar aldı.
• Forest Whitaker… Fiziksel olarak Hollywood’un estetik kalıplarının dışında. Ama içindeki ateşi, “The Last King of Scotland” ile tüm dünyaya hissettirdi.
Şimdi düşünelim: Bu isimler Türkiye’de doğsaydı, bugün bu kadar büyük oyuncular olabilirler miydi? Açık konuşalım, bizim sektör onları kapıdan içeri almazdı. Çünkü bizde kapılar, en iyi rolü oynayana değil, en iyi görünenlere açılır.
Türk dizilerinde “karakter” kavramı neredeyse yok. Herkes aynı: 1.90 boyunda, üç günlük sakallı, abartılı bakışlar atan yakışıklı erkekler… Yanında her daim 90-60-90 ölçülerinde, kamera açısını ezberlemiş “güzel” kadınlar… Hikâyeler kopyala-yapıştır: Aşk, ihanet, entrika… Derinlik arıyorsanız, boşuna bakmayın. Çünkü burada mesele hikâye değil, hikâyeyi taşıyan yüzün ne kadar parladığı.
Bu yaklaşımın bir nedeni var: Reyting ve reklam pastası. Yapımcılar biliyor ki, güzel insanlar ekran başında daha çok tutuluyor. Ancak bunun kısa vadeli bir taktik olduğu ortada. Çünkü izleyici, bir noktadan sonra sahicilik arıyor. Güzelliğe bakmak cazip, ama ruhu olan bir karakteri izlemek unutulmaz kılıyor.
Sanatın özü kusursuzluk değil, kusurlardaki samimiyet. Oysa biz, sinemayı ve dizileri Instagram filtresiyle görmeye alıştık. Gerçek yüzleri, gerçek hayatları, gerçek acıları unuttuk. Yetenek, bir cast ajansının fotoğraf çekiminde ölçülemez. Ama bizde tam da bu yapılıyor.
Belki de bu yüzden Türkiye’den çıkan bir dizinin, dünya çapında bir kült yapması zor. Çünkü biz hâlâ vitrine oynuyoruz. Yüzü güzel ama ruhu boş hikâyelerle avunuyoruz. Oyuncularımızın büyük kısmı hâlâ “Yakışıklı ol, gerisini dizi setinde öğrenirsin” mantığıyla seçiliyor.
Ve ironik olan şu: Biz, bu tavırla yalnızca kötü diziler üretmiyoruz; aynı zamanda gerçek oyunculuk yeteneğini barındıran binlerce genci de kaybediyoruz. Onlar sektöre giremiyor, çünkü Photoshop’la düzeltilmeyen yüzler bu yarışta şansı olmayan yüzler.
Sormamız gereken soru şu: Sanatı vitrinde mi arayacağız, yoksa sahiciliğin peşinden mi gideceğiz? Eğer cevabımız vitrinde kalmaksa, o zaman oyunculuk değil, mankenlik yapıyoruz. Fakat unutmayalım: En güzel vitrin bile bir gün tozlanır; ama sahici bir oyunculuk, hafızalarda hep taptaze kalır.
“Güzellik seyreden gözün hoşluğudur; yetenek ise aklın sonsuzlukla buluşmasıdır.” – Eflatun